Bir varmış, hiç yokmuş…

SAVAŞ BARIŞTIR CEHALET GÜÇTÜR ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR

Bir varmış, hiç yokmuş…

SAVAŞ BARIŞTIR

CEHALET GÜÇTÜR

ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR

George Orwell’ın 1949 yılında kaleme aldığı ve büyük yankılar uyandıran distopik romanı, gelecekte,
bu yaklaşımla kurgulanmış bir toplumu bize anlatır. Geçmişin tüm izlerinin silinerek yok edildiği ve
“BÜYÜK BİRADER SENİ İZLİYOR” korkusuyla şekillendirilmiş yaşam biçimi ile kurgulanan bu yeni
toplum düzeni, geleceğin acımasızlığını da gözler önüne serer. Uymayanların acımasızca
cezalandırıldığı tüyler ürpertici bir sistemin en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış işleyişi, okuyanları
derinden sarsar…
Kişisel tarihim içinde belli dönemlerde elime aldığım bu kitabı, “yok, olmaz bu kadarı” diyerek
kapatırdım. Son 20 yıllık dönemde ise bu distopik romanda kurgulanan toplum yapısına, dünyada ve
Türkiye’de adım adım yaklaşıldığını görmek ise son derece ürkütücü.
Orwell’ın 1949 yılındaki dünya düzenine bakarak en ince ayrıntısına kadar kurguladığı geleceğe,
bugünün siyasi, politik ve ekonomik kurgusuyla bakarsak, kaçınılmaz sona nasıl yaklaştığımızı da
görebiliriz.
Orwell’in romanında, CEHALET GÜÇTÜR diyerek toplumu cahil bıraktıracak şekilde eğitim politikaları
düzenlenerek işe başlanıyor. Konuşulan dil baştan kurgulanıyor, eski kelimelerin kullanımı
yasaklanıyor. Şöyle deniyor; “Yeni dilin bütün amacı düşüncenin ufkunu daraltmak. Böylece düşünce
suçunu tam anlamıyla imkânsız kılacağız. Çünkü onu ifade edebilecek, hiçbir kelime kalmayacak.
Dil mükemmelleştiğinde ise devrim (İNGSOS) tamamlanacak”
BÜYÜK BİRADER NEDENSE HEP MASUM
Cumhuriyetin ve laikliğin tüm nimetlerinden yararlanarak, hiçken var olmuş bazılarının cumhuriyete
ve dil devrimine ilişkin sözlerine daha sonra da “çevir kazı yanmasın” mahiyetindeki açıklamalarının
elbette ciddiye alınacak bir tarafı yok.
Fakat bu açıklamalar ışığında, temel rahatsızlığa odaklandığımızda, Arap harflerini bırakarak,
toplumun dünyayı anlama çalışmasına ve aydınlanmasına temel teşkil eden Türk Alfabesini, hala
hazmedemedikleri açıkça ortada. Yeni harflerin, sadece kulluk ve biat üzerine kurulu bir sistemin,
kendilerini cahil bıraktığı gerçeğini anlatacak olması, dünya diktatörlüğünün Türkiye’deki taşeronlarını
da son derece rahatsız etmiş olacak ki, cahillikle tütsülenmiş saldırılarının ardı arkası bir türlü
kesilmiyor.
Bizim neslin şansıdır; harika hocalarımızın yön veren bilgi dolu anlatımları… Bundan dolayı çok
sevdiğimiz felsefe, mantık, sosyoloji ve psikoloji dersleri, artık, 10. ve 11. sınıflarda okutulurken 12.
sınıfta ise tamamen kaldırılıyor. Son derece önemli olan ve kişisel gelişim sürecinde başta bireyin
kendisini anlayarak topluma yön vermesini sağlayacak bu dersler, gereksiz bir ayrıntı olarak ele
alınıyor. Çünkü felsefe okuyan birey, önce kendi özüne ulaşır. Egolarından sıyrılarak, bilgiye ulaşmayı
ve onunla güçlü olmaya inanır. Böylece sorunları, yanlışları fark ederek, çözüme ulaşır. Bu da

Orwell’ın distopik ülkesinde çikolata kotası 2 gram arttı diye BÜYÜK BİRADER’e teşekkür ve minnet
yürüyüşü yapan halkın zihniyetini net olarak ortaya koyar. Kotayı düşürenin de Büyük Birader
olduğunu unutur.
Bu durum bize hiç yabancı gelmez…20 yıllık iktidarın yarattığı sanatsız, üretimsiz, tarımsız, biat
üzerine kurulu sadaka kültürünün yaygınlaştırılarak fakir bırakıldığını unutan halkın, “kandırıldık”
diyenlere, “aklın neredeydi” sorusunu soramayacak kadar görmezden gelmesi, geleceğini hiçe sayan
korku filmi senaryosunu andırmakta…
Beceriksizce ülkeyi yönetenlerin, iktisat ilminden uzaklaşılarak attığı her adımı, “Ben ekonomistim”
diyerek savunan sözüm ona asrın liderine, borç batağı içinde debelenip açlık sınırında yaşayan bir
halktan hala destek gelmesinin izahı mümkün mü?
Ülkesinin kadınlarına ayrım gözetmeden “sürtük” diyen, madenci tekmeleyenlerin büyükelçi olarak
atandığı… Küçücük çocukların ırzına geçen Ensar denen şer yuvasını, “bir kereden bir şey olmaz”
diyerek savunan üstelik kadın ve anne olan Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı. hakkında
yüzlerce iddia olmasına rağmen istifa etmek yerine bakanlık koltuğuna sıkı sıkı yapışanların varlıkları,
ancak okumayan sorgulamayan felsefe ışığıyla aydınlanmamış insanların ülkesinde yer bulur…
Ve Orwell gelecek distopyasında, bu duruma şöyle bir yorum getirir; “Gündelik yaşam dışında son
derece ağır işlerin altında ezilen alt sınıfın gözünde efendileri, tarih boyunca asla değişmemiştir.
Eşitsizlik medeniyet için ödenmiş bir bedeldir. Kitlelerin bilinci olumsuz biçimde etkilenmelidir.’
Bugün insanların mutsuz ve kaygılı bakışları, bu yapılana en iyi örneği teşkil etmiyor mu? Hep
çalışmak ve asla yetememek… İşte birileri tarafından en alta konumlandırılanlara biçilen kader…
PEKİ, SAVAŞ BARIŞ MIDIR?
Partinin iki amacı vardır. İlki, tüm dünyaya hâkim olmak, ikincisi ise bağımsız düşünceyi sonsuza kadar
ortadan kaldırmaktır. Bu amaca yönelik olarak toplumu nefret duygusuyla şekillendirmek gerekir.
Orwell’ın distopyasında, her gün düzenli olarak yapılan “iki dakikalık nefret” seansları, “Nefret
Haftası” gibi etkinliklerle kendilerinden olmayanı lanetleyen ve yok edilmesini isteyen tüm
katılımcılar, öfke çığlıkları ile kendilerinden geçerler. Bu distopya da yaratılan illüzyon ortamı, yarı
tanrısallaştırılmış bir lider ve aralıksız devam eden savaşla yönlendirilir. İhtiyaçları en aza indirilmiş
halkın yarattığı kısıtlı alım gücüne dayalı olarak can çekişen ekonomi de bu kurgunun baş tacıdır.
Asrın liderinin, gençlere hitap ettiği bir toplantıda, “dindar ve kindar” kelimelerini yan yana getirerek,
mücadele vermelerini öğütleyen sözleri kulaklardan silinmedi. Asrın liderine dokunmanın sevap
olduğu hatta cennetle ödüllendirileceğini söyleyen kerameti kendinden menkul kişiliklere, kadınların
eklenmesini anlamak mümkün değildir. “Asrın lideri isterse haremine girerim.”, “çocuklarımın da
canı size feda olsun” sözlerini bir kadının sarf edebilme aklı evvelliğinin izahı var mıdır?
Komşularla sıfır sorun ilkesinden hareketle değerli yalnızlığa geçiş arasındaki süreçte, kucağımızda
bulduğumuz Suriye ve mülteci sorunu… Bir türlü bitirilmek istenmeyen PKK terörü… Başlangıçta keçi
bile otlamayan adalar diyerek ahkâm kesen sözüm ona gazeteciler ve çömez dış politikacıların
sonradan farkına vardıkları stratejik önemin yarattığı huzursuzluk… Kanal İstanbul ile ülkeyi bölme
mücadeleleri… Gibi pek çok örnek vermek mümkün…
Tüm bunlar Orwell’ın bahsettiği kitle bilincinin olumsuz etkilemek amacıyla yapılan planlı programlı,
mental savaş durumu ile her an sinir teyakkuzunda bulunmayı sağlayan atmosferi yaratmakta etkili
olmaktadır. Bu anlamsızlıklar bütünüyle uğraşan kitleler, baka kötü gidişlerin, çıkar ilişkilerinin, çöken
ekonomik sistemi göremez. Görse de mücadele edecek gücü kendinde bulamaz.

Göğüs göğüse savaşmıyoruz… Ama huzursuzuz… Endişeliyiz… Kredi kartlarının verdiği konfor
alanlarının yarattığı borçlu yaşamın mücadelesi hepimizi çok yordu… Bundan beslenen iç ve dış şer
mihraklarının yarattığı sıcak savaştan uzak “barışımsı savaş” durumu, bir kez daha Orwell’i haklı
çıkarıyor…
Tüm bunların ışığında, ne özgürlükten ne de kölelikten bahsedebilmek mümkün mü? Elimizden alınan
sanat, indirgenmiş 2.5 gazete ile dayatılan sansür yasası eşliğindeki çırpınışlarımız, hoş bir sada olarak kalacaktır.